• 313
    kerem aktürkoğlu'nun leman dergisi olayı sonrası koşa koşa paylaşım yapmasından sonra bu konuyu tekrar düşünmeye başladım. biraz uzun oldu ve muhtemelen sözlüğün dehlizlerinde kaybolacak. yine de özetiyle başlayayım:

    --- tldr ---
    galatasaray, kökleri özgürlükçü ve cumhuriyetçi değerlerde olan bir kulüptür; bu kimlik, otoriter siyasete karşı duruşla şekillenmiştir. hem akp’li hem galatasaraylı olmak, bu kimliği içten içe aşındırır ve bir aidiyeti sembole indirger. bu çelişki göz ardı edilirse, galatasaraylılık sahada kalan bir skor sevdasına, ruhtan kopuk bir alışkanlığa dönüşür.
    --- tldr ---

    “galatasaray, bir halatı hep birlikte çekenlerin; hep birlikte üzülüp, hep beraber sevinmesini bilenlerin takımıdır.”
    — gündüz kılıç (baba gündüz)

    galatasaray, yalnızca bir spor kulübü değildir; birlikte yaşama iradesinin, ortak bir ideal etrafında kenetlenmenin ve kolektif sorumluluğun adıdır. tribünlerde yan yana duranların, okul sıralarında aynı değerleri paylaşanların, meydanlarda aynı sözle ses verenlerin ortak hafızasında yer eder. tarihsel sürekliliği, yalnızca başarılarla değil; taşıdığı fikirle, duruşla ve vicdanla anlam kazanır.
    baba gündüz’ün yukarıdaki sözü, galatasaray’ın kimliğini yalnızca bir spor kültürüyle değil, ahlaki bir ortaklıkla tanımlar.

    galatasaray, tevfik fikret’in kaleminden, atatürk’ün vizyonundan, ali sami yen’in idealinden, metin oktay’ın vefasından, metin kurt’un sınıf bilincinden, 1980’lerin üniversite gençliğinin özgürlük arayışından, gezi’de taksim meydanı’ndaki direnişten, 2011’de arena’da recep tayyip erdoğan’ın yuhalanmasından ve 2025’te saraçhane’de adalet isteyen kalabalığın omuz başından geçerek bugüne gelen; yalnızca bir futbol takımı değil, ortak bir vicdanın, kolektif bir hafızanın ve tarihsel bir duruşun adıdır. fakat bugünün dünyasında bu tür kimliklerin karşısında başka bir gerçeklik yükseliyor: endüstriyel futbol, şirketleşme ve siyasal pragmatizm. bu yazı, madalyonun iki yüzüne — romantizm ve realizm — birlikte bakıyor. ama sonunda, tercihini açıkça ortaya koyuyor: çünkü bazı değerler, geri dönüldüğünde anlamını yitirir.

    ama bu tartışmaya geçmeden önce, durup şunu sormak gerekir: insan neden bir futbol takımını sever? hatta bir takımı sevmekle kalmaz, ona bağlanır, onunla sevinir, onunla öfkelenir, hatta onun için sokaklara dökülür?

    bu soru yalnızca futbolun popülerliğiyle açıklanamaz. taraftarlık, bireyin temel psikolojik ihtiyaçlarını karşılayan çok katmanlı bir yapıdır. akademik psikoloji, bu tür aidiyet ilişkilerini yalnızca sosyal değil, aynı zamanda bireysel düzeyde savunma, telafi ve anlam üretme stratejileri olarak da ele alır.

    öncelikle taraftarlık, maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki “ait olma ve sevgi ihtiyacına” güçlü bir yanıt sunar. insan, kendini bir grubun parçası hissetmek ister. tribünler, ortak semboller, marşlar, ritüeller bu ihtiyacı karşılar. ancak bu yalnızca başlangıçtır.

    psikanalitik kurama göre, birey futbol takımıyla özdeşleşerek egosunu güçlendirir. kendi yaşamında kontrol edemediği ya da başarısızlıkla sonuçlanan durumlar karşısında, güçlü bir takıma bağlanmak, bireyin özsaygısını korumasına yardımcı olur. bu, literatürde yansımalı özdeşim (identification by proxy) olarak adlandırılır. taraftar, takımın galibiyetiyle kendini değerli hisseder; yenilgilerde ise grup aidiyeti aracılığıyla hayal kırıklığını rasyonalize eder.

    taraftarlığın güçlü yapısının bir nedeni de, çoğu zaman erken çocukluk ya da ilk ergenlik döneminde başlamasıdır. bu dönemler, bireyin kimlik inşasında kritik rol oynayan evrelerdir. erikson’a göre birey, 6–12 yaş arasında "başarıya karşı aşağılık duygusu", 12–18 yaş arasında ise "kimlik kazanımına karşı kimlik karmaşası" krizleriyle karşı karşıyadır. işte bu yaş aralıkları, bir futbol takımına bağlanmanın en sık yaşandığı dönemdir.

    çocuk, bu dönemde çevresinden, özellikle baba figürü, ağabey, mahalle veya okul ortamından etkilenerek bir takıma yönelir. bu tercih, yalnızca bir renk ya da logo seçimi değildir; aynı zamanda kiminle birlikte hissedeceğini, nerede duracağını ve nasıl bir aidiyet kuracağını belirler. takım sevgisi, bu yaşta duygusal güvenlik, sosyal kabul ve benlik gelişimi için bir çapa işlevi görür. hatta çoğu birey için tuttuğu takım, aileden sonra gelen en eski ve en güçlü bağlardan biridir.

    çocukken kurulan bu bağ, zamanla mantıktan bağımsızlaşır ve kimliğin otomatik bir parçası haline gelir. bir takımı desteklemek artık kişisel geçmişin ve duygusal gelişimin bir parçası olmuştur.

    ayrıca futbol, bireyin kontrol dışı hayat olaylarına karşı geliştirdiği savunma mekanizmalarından biridir. kaotik ve adaletsiz bir dünyada, “kuralların belli olduğu” ve “90 dakikalık bir adaletin” yaşandığı futbol düzeni, bireye güven hissi sunar. taraftarlık bu anlamda simgesel bir düzendir; yaşamın belirsizliklerine karşı bilinçdışı bir sığınaktır.

    tajfel ve turner’ın sosyal kimlik teorisi de bu dinamiği açıklar: insanlar, sosyal gruplara aidiyet yoluyla benlik değerlerini inşa ederler. galatasaraylı olmak yalnızca bir takımı tutmak değil; aynı zamanda “kim olmadığını” da ilan etmektir. taraftar kimliği, bireyin sosyal konumunu, ideolojik eğilimlerini ve kültürel aidiyetini dışa vurmasının yollarından biridir.

    buna ek olarak, futbol bireye duygusal boşalım (catharsis) imkanı da tanır. öfke, değersizlik, aidiyetsizlik gibi duygular; tezahüratlar, tribün atmosferi ve takımın başarılarıyla dönüştürülür. bu, bireyin bastırdığı dürtüleri sosyal olarak kabul edilebilir bir zeminde ifade etmesini sağlar.

    sonuç olarak taraftarlık, yalnızca “bir takımı tutmak” değildir. bu, bireyin kimlik inşası, duygusal dengeyi sürdürmesi, benlik değerini koruması ve sosyal dünyada anlamlı bir yer edinmesi için geliştirdiği karmaşık bir psikolojik yapıdır. bu nedenle insanlar takımlarını eleştirebilir ama terk etmez; çünkü bir takımı bırakmak, benliğin bir parçasını koparmak gibidir.

    ancak her kulüp aynı değildir. bazılarına yalnızca zafer için, aileden miras kaldığı için ya da çocukluk anılarında yer ettikleri için gönül verilir. ama bazıları vardır ki, sadece bir takım değil; bir hayalin, bir geçmişin ve bir duruşun adıdır. galatasaray işte onlardandır. onun etrafında şekillenen taraftarlık, sadece kupaların değil; bir fikrin, bir vicdanın ve aydınlık bir yarının coşkusudur.

    taraftarlık bu bağlamda kişisel kimliğin bir fikirle ve bir değer sistemiyle özdeşleşmesi haline gelir.

    ve bu yüzden, gerçekten galatasaraylı olmak yalnızca forma giymek, gol sevinci yaşamak değil; galatasaray’ın temsil ettiği tarihsel, kültürel ve ahlaki değerlerle bütünleşmektir.

    galatasaray’ın bu değerler bütünü yalnızca başarılarla değil, kuruluş felsefesiyle şekillenmiştir. galatasaray lisesi’nin çatısı altında doğan kulüp, istibdada karşı çıkan tevfik fikret’in fikirleriyle beslenmiş, cumhuriyet’in kültürel taşıyıcısı olmuştur. atatürk’ün gözünde galatasaray, yalnızca bir takım değil, cumhuriyetin çağdaşlık idealinin temsilcisidir. bu tarihi bağlamda galatasaray bir futbol kulübü değil, aydınlık türkiye hayalinin tribündeki temsilcisidir.

    elbette galatasaray tarihinde farklı çizgileri temsil eden figürler yer almıştır. bir yanda, futbolculuğunu emeğin ve sınıf mücadelesinin sesi hâline getiren metin kurt gibi isimler, galatasaray’ın yalnızca sahada değil, toplumda da bir duruş sergilemesi gerektiğini savunmuş; kulübü halkçı, özgürlükçü bir çizgiye çekmiştir. diğer yandaysa, kariyerinin sonunda siyasete atılarak cemaat bağlantılarıyla akp’nin gölgesinde yükselen ve ardından iktidar-fetö savaşında ülke dışına kaçmak zorunda kalan hakan şükür gibi örnekler, galatasaray kimliğinin zaman içinde ne tür çelişkili bağlamlara da ev sahipliği yaptığını göstermiştir.

    bu iki isim arasındaki fark, yalnızca kişisel tercihlerle değil, galatasaray’ı nasıl anladıklarıyla ilgilidir. metin kurt, kulübün tarihsel ve sınıfsal misyonunu yalnızca sözle değil, sahadaki ve hayatındaki duruşuyla sahiplendiği için hâlâ bir hafıza figürüdür. saha dışında işçi haklarını savunan, sendikal örgütlenmeye açıkça destek veren, “futbol halk içindir” diyerek endüstriyel futbola karşı çıkan tavrıyla galatasaray formasını yalnızca bir sporcu değil, bir yurttaş olarak taşımıştır. 1971’de sosyalist kimliği nedeniyle milli takımdan uzaklaştırılması, onun yalnızca bir futbolcu değil, sistem karşıtı muhalif bir figür haline gelmesine yol açmıştır. bugün hâlâ tribünlerde onun adı anıldığında alkışla karşılık bulması, ona özel pankartlarla hatırlanması ve bugün hala “vicdanlı galatasaraylılık” örneği olarak gösterilmesi, onun bu kolektif bellekteki yerinin bir tesadüf olmadığını gösterir.

    hakan şükür ise kariyerine damga vurduğu bu camiada, zamanla kendi ismini dahi taşıyamaz hale gelmiştir. hakan şükür’ün galatasaray hafızasından silinişi, yalnızca geçmişteki bir sporcuya dair bir mesafe koyma değil; kulübün kimliğine, neyi kabul edip neyi etmeyeceğine dair karmaşık bir yanıt arayışının parçasıdır. zira iktidar–fetö çatışması hiç yaşanmasaydı, hakan şükür’ün siyasi kimliği camia içinde daha fazla tolere edilebilir, ismi yalnızca sportif başarılarıyla anılmaya devam edebilirdi. ancak bu politik kırılma, galatasaray’ı, belki de ilk kez bir figürü sessizce ama sistematik biçimde kolektif bellekten dışlamaya yöneltti. 100. yıl belgeselinden çıkarılması, kulüp yayınlarında adının anılmaması, bu dışlamanın yalnızca kişilerle değil, kulübün kendisiyle yüzleşme biçimi haline geldiğini gösterdi.

    bu deneyim, galatasaray’a önemli bir ders de sunmuştur: kimliği şekillendiren değerler, ancak tutarlılıkla korunursa anlamlıdır.

    kurucu felsefenin üzerine gölge düşüren her geçici alkış, galatasaray’ı tarihinden uzaklaştırır, onu kendi değerlerine yabancılaştırır.

    bu yüzden hem galatasaray’ın, hem de galatasaraylıların geçmişte yaşanan bu tür çalkantılardan ders çıkararak, kulübün temsil ettiği aydınlanmacı ve toplumsal sorumluluk taşıyan çizgiye her zamankinden daha kararlı biçimde sahip çıkması gerekir.

    işte tam da bu nedenlerle, galatasaraylılık yalnızca formayı giymekle değil, o formanın taşıdığı değeri içselleştirmekle ilgilidir. akp gibi laiklik karşıtı uygulamaları normalleştiren, cumhuriyet değerleri ile kavgalı, basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan, yargı bağımsızlığını yok eden bir iktidarı desteklemekle galatasaray’ın kimliğine sadık kalmak arasında derin bir çelişki vardır. bu yalnızca politik değil, ahlaki bir tutarsızlıktır.

    ancak diğer yüzü de unutmamak gerekir: galatasaray günümüzde bir spor kulübü olduğu kadar, bir markadır, bir şirkettir. borsaya açık, büyük sponsorluk anlaşmalarına imza atan, riva ve florya gibi projelerle ayakta durmaya çalışan bir kurumsal yapıdır. bugünün futbolu, tüm dünyada olduğu gibi türkiye’de de devletle yakın ilişkiler kuran bir endüstri halini almıştır. akp iktidarı döneminde inşa edilen stat, toki iş birliğindeki projeler ve kamu bankalarıyla yapılan yapılandırmalar bunun örnekleridir.

    bu noktada bir kısım taraftar, galatasaraylılığı siyasi tercihlerden bağımsız bir aidiyet olarak görebilir. realist bir bakışla, “hem akp’ye oy veririm hem galatasaray’ı desteklerim” diyebilir. çünkü taraftarlık her zaman rasyonel değildir; duygusaldır, kimlikseldir, bazen çelişkili ama yine de gerçektir.

    çünkü her kimlik, taşıdığı değerlerle var olur; bazı çelişkiler bu zemini sarsar.

    2011’de arena’nın açılış töreninde recep tayyip erdoğan’ın stadyumda yuhalanması, yalnızca bir siyasi protesto değil, bir kimlik savunmasıydı. tıpkı imamoğlu’nun diploma iptali ve sonrasında haksız tutuklanması ile başlayan saraçhane mitinglerinde olduğu gibi: galatasaray atkıları, formaları adalete sahip çıkan kalabalığın parçasıydı. taraftar, seçilmiş iradeye ve hukuka yönelen baskılara karşı vicdanıyla saf tuttu.

    bu tabloya karşın, ultraslan zamanla daha “dengeci” ve tepkisiz pozisyonlar almıştır. gezi direnişindeki yüksek ses, zamanla yerini sessizliğe bırakmıştır. ancak bu, galatasaray camiasının tamamını temsil etmez. ultraslan bir organizasyon; galatasaraylılık ise yukarıda da tarif ettiğimiz gibi bir kültürdür. taraftarın ruhu yalnızca koreografilerle değil, gerektiğinde “hayır” diyebilmesiyle anlam kazanır.

    evet, galatasaray bir organizasyondur. evet, futbol endüstriyel bir yapıdır. evet, devletle iş birliği kaçınılmazdır. ama insanlar kulüplerine sadece mantıkla değil, ruhlarıyla bağlanır. baba gündüz’ün sözü, arena’daki yuhalamalar, saraçhane’deki kalabalıklar bize şunu hatırlatır: galatasaray taraftarı, sadece galibiyete değil, adalete, vicdana ve tarihe de inanır.

    madalyonun iki yüzü vardır: romantizm, galatasaray’ı bir değerler kulübü, bir "his takımı" olarak görür. realizm ise onu bir şirket, bir marka, bir organizasyon olarak okur. her ikisi de gerçekliğin bir parçasıdır. ama taraftarlık yalnızca gerçekle değil, duygularla da ilgilidir.

    insan, tuttuğu takımda kendini arar. galatasaray bir futbol takımı olmaktan çok daha fazlasıysa — ki öyledir — o zaman bu kulübü sevmek, onun tarihine, mirasına ve duruşuna sadık kalmakla ve kurumsal yapıyı bu sadakate zorlamakla mümkündür.

    bu yüzden:

    hem akp’li hem galatasaraylı olunmaz.
App Store'dan indirin Google Play'den alın