17853
dedemin son 1,5 ayını dolu dolu birlikte geçirmiştik. 2006 yazı, mucizevi şampiyonluğun geçmeyen keyfi, bir yandan manisa’dan dönecek arda’ya bağladığımız umutlarımız, bir yandan elde penaltı kaçırdığı videosundan gayri bir veri bulunmayan erken dönem wonderkid denemelerimizden carrusca’nın kurdurduğu hayaller falan filan. hayattaki önemli olayların tarihlerini galatasaray’ın önemli olaylarının tarihlerinden hatırlama adetimiz o zamanlar da var. dede kanser, gidici olduğunu kendisi biliyor, babaanne biliyor, akranları biliyor ama yok, ben kabullenemiyorum. gözümü açtığımda zaten var olan şey ben bakarken nasıl yok olur lan? oluyormuş.
önümde vefat etti. gözümden bir damla yaş akmadı. herkesin odadan çıktığı bir ara oldu, ben çıkmadım. ağlamadım. feryat figan ağlayanları teselli ettim, gözlerim bile dolmadı. eve, morga götürmek için bir tabut getirdiler, sevimsiz ahşap rengini, üstündeki yeşil renkli ayet yazılı örtüyü gördüm, ağlamadım. tabuta yerleştirilirken yardım ettim, ağlamadım. aşağı taşırken birlikte kemoterapiye giderken koluna girdiğimde gösterdiğim incitmeme hassasiyetini gösterdim, ağlamadım. ne zaman tabut arabaya yüklendi, kontak çevrildi, teker döndü; o zaman gözümü açtığımda var olan şeylerin ben onlara bakarken yok olabileceği gerçeği suratıma soğuk ve sert bir şey gibi çarptı. gözlerim yaşardı, dünyanın renkleri soldu.
hayrettin’i az hatırlıyorum. volkan kilimci, mehmet bölükbaşı, kerem inan falan ilk çocukluk kalecilerim. taffarel’i mahallede “brezilya’nın kalecisi bize gelecek olm” diye hava atarak bekledim. sonrası zaten ergenlik, ilk gençlik anıları. ve fakat 14 sene bir şey hayatında var olunca “sanki hep varmış” hissi ve tabii beraberinde “hiç yok olmayacakmış” hissi geliyor. arena’da seyrettiğim her maçta, kafa atak tarafına bakarken gözün kendi kalemizi gösterdiği kadrajın kıyısında köşesinde yeşil formasıyla muslera’yı görmek zannettiğimden fazla yer etmiş. kadroyu saymaya kaleciden değil sağ bekten başlamak fena bir alışkanlıkmış. o alışkanlığın derecesi; formsuzlukları, avrupa performanslarını, papazlıkları, iyi yedek kaleciye sıcak bakmama huysuzluklarını, hoca seçmelerini falan filan her bir şeyi bir kenara bıraktırırmış. dedem de pek huysuz adamdı mesela. o an geldiğinde onların hepsi bir kenara istemsiz kaldırılırmış. gelip gidenler ağlatırmış da hep var olanların gitmesi insanın canını çok başka yakarmış.
şimdi ortalık yavaştan feryat figan. benim gözümde damla yok. golle açtığın perdeyi golle hem de insanı numerolojiye inandıracak tuhaf tesadüflerle kapatmaya hazırlanıyorsun, gözyaşı yok. arkadaş “olum emiliano martinez düşer mi ya” diyor, “kalecinin melo cinsinden olanı da ne keyif verir be” diyorum, hüzün yok, gözyaşı yok. ama tabut kapıda biliyorum. arabaya yüklendiğinde, kontak çevrildiğinde, teker döndüğünde hissedeceğim şeylerden sadece korkuyorum.
mertens’e veda ağlattı mesela. sana veda etmek bazı renkleri solduracak.
önümde vefat etti. gözümden bir damla yaş akmadı. herkesin odadan çıktığı bir ara oldu, ben çıkmadım. ağlamadım. feryat figan ağlayanları teselli ettim, gözlerim bile dolmadı. eve, morga götürmek için bir tabut getirdiler, sevimsiz ahşap rengini, üstündeki yeşil renkli ayet yazılı örtüyü gördüm, ağlamadım. tabuta yerleştirilirken yardım ettim, ağlamadım. aşağı taşırken birlikte kemoterapiye giderken koluna girdiğimde gösterdiğim incitmeme hassasiyetini gösterdim, ağlamadım. ne zaman tabut arabaya yüklendi, kontak çevrildi, teker döndü; o zaman gözümü açtığımda var olan şeylerin ben onlara bakarken yok olabileceği gerçeği suratıma soğuk ve sert bir şey gibi çarptı. gözlerim yaşardı, dünyanın renkleri soldu.
hayrettin’i az hatırlıyorum. volkan kilimci, mehmet bölükbaşı, kerem inan falan ilk çocukluk kalecilerim. taffarel’i mahallede “brezilya’nın kalecisi bize gelecek olm” diye hava atarak bekledim. sonrası zaten ergenlik, ilk gençlik anıları. ve fakat 14 sene bir şey hayatında var olunca “sanki hep varmış” hissi ve tabii beraberinde “hiç yok olmayacakmış” hissi geliyor. arena’da seyrettiğim her maçta, kafa atak tarafına bakarken gözün kendi kalemizi gösterdiği kadrajın kıyısında köşesinde yeşil formasıyla muslera’yı görmek zannettiğimden fazla yer etmiş. kadroyu saymaya kaleciden değil sağ bekten başlamak fena bir alışkanlıkmış. o alışkanlığın derecesi; formsuzlukları, avrupa performanslarını, papazlıkları, iyi yedek kaleciye sıcak bakmama huysuzluklarını, hoca seçmelerini falan filan her bir şeyi bir kenara bıraktırırmış. dedem de pek huysuz adamdı mesela. o an geldiğinde onların hepsi bir kenara istemsiz kaldırılırmış. gelip gidenler ağlatırmış da hep var olanların gitmesi insanın canını çok başka yakarmış.
şimdi ortalık yavaştan feryat figan. benim gözümde damla yok. golle açtığın perdeyi golle hem de insanı numerolojiye inandıracak tuhaf tesadüflerle kapatmaya hazırlanıyorsun, gözyaşı yok. arkadaş “olum emiliano martinez düşer mi ya” diyor, “kalecinin melo cinsinden olanı da ne keyif verir be” diyorum, hüzün yok, gözyaşı yok. ama tabut kapıda biliyorum. arabaya yüklendiğinde, kontak çevrildiğinde, teker döndüğünde hissedeceğim şeylerden sadece korkuyorum.
mertens’e veda ağlattı mesela. sana veda etmek bazı renkleri solduracak.